SUADİYE SUADİYE...

Benim size anlatacağım benim eski Suadiyem. Çünkü benden eskisi de var ve hep var olacak. Evimiz şimdiki mark spencerin eski Atlantik sinemasının sokağındaydı; ne güzel sinemaydı Atlantik. Güzel bir film geldimiydi akşam 9.15 seansında, bütün Kadıköy halkı sanki orada olur veya bize öyle gelirdi. 9. Sıra biz sinemanın müdavimlerinin en tercih ettikleri sıraydı , ara boşluğu olduğu için önünüz hiç kapanmaz bembeyaz perdeyi rahatça görürdünüz. Salona girdiğinizde kırmızı deri koltukların kokusunu bugün nerde duysam tanırım. Film başlamadan önce sinemaya asalet veren ağır kırmızı kadife perdelerin gong sesi ile açılmasını büyük bir heyecanla izlerdik. Film arasında satıcının tahta kutuya bozuk para ile vurarak Alaska frigo diye dolaşması dün gibi gözümün önünde. Bu sinema tarihte şaşkınbakkal adının ünlenmesine sebep olan bakkalın, yani kervan geçmez bir yere bakkal dükkanı açılan yerdeydi . Sinemanın adı ise kurucusu Ahmet Koşarın Danimarka ya gemi almak için gittiğinde kaldığı otelin ismi olan Atlantikten geliyor . Sinemanın altında biz çocuklar için rengarenk dükkanlar vardı. Nis pastanesi, Yedikardeşler lokantası, dede şarküteri, Atlantik foto bende en fazla iz bırakanlar. Burada bu müesseseleri isim olarak geçiyoruz ama bunların her biri üstüne bir kitap yazılabilir. Birde sinemanın temizlenmesi için yere dökülen ve fırça ile süpürülen talaşları hiç unutamam , o talaşlar bende hep at hayvanını çağrışım yapardı. Belki buna yazın sinemanın köşesinde bekleyen faytonlar sebep oluyordu. Sinema çıkışında sokak içindeki seyyar arabada şiş ekmek yapan şişçi mustafanın küçük çöp şişlerini en güzel kebapçıda yiyemezdiniz. Ufak ufak doğranmış domatesler ve ev yapımı ayranın tadı bu gün fabrikasyon olan ürünlerde yok. Atlantik sineması dağıldığında Bağdat caddesinde küme halinde insanların neşeli sohbetleri , kestane kokusu ile karışır ve o zaman geliş gidiş olan cadde trafiği hareketlenirdi. Daha sonradan açılan Suadiye sineması ise şimdiki Çarşı mağazasının bulunduğu yerdeydi, yani Atlantiğin tam karşısında. Suadiye sineması Türk filmi oynatır ve Atlantik sinemasına göre daha sönüktü. Belki bunda o zamanlar Atlantikte olan konserlerin payı fazlaydı, Barış mançoyu ilk orada izlemiştim. Suadiye sinemasının O pasajında ise aklımda kalanlar tam sinemanın giriş yönünde bulunan Nezih kitapevi, Buhara et lokantası ve kuaför 9 du. Meşhur berber İbrahimi (kanburu) burada tanımış ve sevmiştik. İki sinemanın arasından geçen Bağdat caddesinde ortada o zamanlar refuz vardı ve karşıdan karşıya geçmek için en uygun alan burası idi. Sinemanın altındaki migros ilk gördüğümüz marketti. Birde mahallemize gelen mağaza şeklindeki migros satış arabaları ve onların içine sinmiş alış veriş kokusu hala hafızamda. Biz şanslı çocuklardık, bakkal, manav, kasap, nalbur gibi dükkanlar bizim çocukluğumuzda Türkiye ekonomisine yön veren esnaftı. Bunlar sanki bizim ailemizden birileri idi, onlar ticari yönlerinden önce bizlerin bakkal, manav, kasap amcaları idi. Sağlık konusunda mahallenin sorumlusu fenni sünnetçi Yılmaz Tortopoğluydu. Her zaman ilk müdahaleyi kendisi yapar onu aşan konularda Numune hastanesine havale ederdi. Hizmet ve yoğunluk bakımından Haydarpaşa numune şimdiki özel hastanelerden daha mükemmeldi. Şimdi bakıyorum da çağımız alış veriş çağı olmuş ve her yer market ve sanal lezzetler merkezleri ile dolmuş.Ama ne lezzeti var nede tadı. Gıdalara katılan maddeler ile koku ve lezzet sanallaşmış durumda. Bizim çocukluğumuzdaki mahalle manavında satılan kırmızı domatesi kestiğiniz anda bütün odayı bir domates kokusu kaplardı. Domatesin tadı kendinden ziyade yeşil çekirdeklerinden gelir , o domatesten yapılan ketçapla yenen makarnanın tadı büyümemeniz için başlı başına bir nedenmiş. Mahallede herkez birbirini tanır mahalle köpekleri bile isimleri ile anılırdı. Bobi ve karabaş bizim mahallenin efsaneleriydi. Hacı ile sarhoşu aynı masada sohbet ederdi. Tek farkı sohbet bittiğinde sarhoş meyhaneye ,hacı camiye giderdi. Fenerlisi ,Beşiktaşlısı beraberce maça gider ,tribünde ayrılılır , dönüşte aynı vasıta ile eve dönülürdü. Kalaycılar sokaklarda dolaşır, yorgancılar yorganları havalandırır , terzilerde eskiler yenilenir, ayakkabılar sinemanın köşesinde boyatılırdı. Çılgınca alış veriş yoktu, babam eve file veya iki kese kağıdı ile gelir ama bugün torbalarca yapılan market alış verişinden daha bereketli olurdu. O zamanlar murat 131 , Renault 12 en lüks otomobildi , onlardan aldığım keyif bu günün en lüks arabasında yoktu. Peki bize ne oldu ? İleri diye nereye gittik ? Modernleşiyoruz derken özümüzümü yitirdik ?

Hiç yorum yok: